Tasarrufun İptali Davalarında, İptale Tabi Tasarrufun Gerçekleştirildiği Tarihin, Alacağın Doğum Tarihinden Sonra Olması Gerekir mi?

MUVAZAA NEDENİYLE TASARRUFUN İPTALİ DAVALARINA İLİŞKİN YARGITAY 17. HUKUK DAİRESİ İLE 4. HUKUK DAİRESİ’NİN BİRLEŞMESİ SONRASI MEYDANA GELEN İÇTİHAT DEĞİŞİKLİĞİ

İcra veya iflas takibinden önce veya takip sırasında borçlumum alacaklının haklarını ihlal edecek şekilde yaptığı tasarruf işlemlerinin iptali için başvurulan yola tasarrufun iptali davası denir. İcra ve İflas Kanunu’nda, bu şekilde yapılan işlemlerin iptale tabi olduğunu ifade etmek üzere, “tasarrufların butlanına”  (m.277) “batıldır” (m.278-279) ve ‘’iptal edilebilir’’ (m.280) ifadelerine yer verilmiştir. Bu ifadelerin tamamı, maddi hukuk alanındaki karşılıklarını değil, icra ve iflas hukuku alanındaki karşılığını temsil etmek üzere aynı anlamda kullanılmaktadır. Zira burada gerçek anlamda tasarruflar iptal edilmemekte, yalnızca alacaklıya üçüncü kişiye ait malvarlığı değerinin paraya çevrilmesini isteme yetkisi verilmektedir. Alacaklının alacağını elde etmesi üzerine bakiye kısım, yine üçüncü kişiye verilmektedir. Buradaki “iptal” ifadesi yanıltıcıdır. Zira aşağıda incelendiği üzere bu dava neticesinde alacaklıya yalnızca üçüncü kişiye ait malvarlığı değerinin paraya çevrilmesini isteme yetkisi verilmektedir. Alacaklının alacağını elde etmesi üzerine bakiye kısım yine üçüncü kişiye bırakılmaktadır. Tasarrufun iptali davalarının amacı, borçlunun hacizden/iflâstan önce yapmış olduğu “geçerli” tasarruf işlemleri ile malvarlığından çıkardığı şeyler üzerinden, borçlununmuş gibi alacaklıyı tatmin etmektir.

Bu nedenle, tasarrufun iptali davası muvazaaya dayalı davalardan da farklıdır. Medenî hukuk alanındaki muvazaa davalarından farklı olarak, tasarrufun iptali davaları mutlak değil, nispîdir. Başka bir deyişle bu dava, malın aynına ilişkin sonuçlar doğurmayan şahsî bir davadır. İptal davasına konu olan tasarruflar özünde geçerli olan işlemlerdir. Alacaklının bu davayı açmaktaki amacı, tasarrufu salt icra takibi bakımından iptal ettirerek alacağını tahsil etmektir. Buna karşılık muvazaa söz konusu olduğunda davacı bütün hüküm ve sonuçları ile bu işlemin kesin olarak geçersiz olduğunu tespit ettirmeyi amaçlar. Bu nedenle muvazaa davası için bir icra takibi yapılmış olmasına veya davacının elinde borç ödemeden aciz belgesi bulunmasına gerek yoktur. Ayrıca aşağıda inceleneceği üzere, tasarrufun iptali davası açılabilmesi, bu davanın şahsî bir dava da olması sebebiyle, hak düşürücü sürelere tâbi kılınmıştır. Buna karşılık mülkiyet hakkına dayanan muvazaa davası açısından herhangi bir süre sınırı bulunmamaktadır. Tasarrufun iptali davasının şahsî dava olmasına bağlanan sonuç, davanın kazanılması hâlinde iptale tâbi işlemin tamamen değil, alacaklının haklarına zarar verdiği oranda iptal edilmesidir. Bu çerçevede davacı alacaklının iptal davasını kazanması hâlinde, dava konusu mal sanki borçlunun malvarlığındaymış gibi sattırılır ve elde edilen bedelden alacaklı alacağını alır. Alacaklının bu davayı kazanması ile o malın mülkiyeti borçluya geri dönmez. Bu nedenle malın satışından arta kalan bedel (şayet kalmışsa) borçluya değil üçüncü kişiye verilir. Burada medenî hukuk bağlamında bir butlan ya da iptal edilebilirlik olsa idi, alacaklının davayı kazanması hâlinde malın mülkiyeti borçluya geri dönecek ve alacaklı alacağını aldıktan sonra artan bedel (üçüncü kişiye değil) borçluya verilecekti.

Uygulamada muvazaaya dayalı olarak tasarrufun iptali davası adı altında davalar açıldığı, Yargıtay’ın da bu davalara özgü çeşitli içtihatları bulunduğu görülmektedir. Yukarıda da belirtildiği üzere, esasen bu iki talep birbiri ile çelişir (konusu, amacı, sonuçları itibariyle farklıdır). Üstelik tasarrufun iptali davalarının basit yargılama usûlüne tâbi tutulması karşısında muvazaaya dayalı davalar yazılı yargılama usûlüne tâbi olacağından, bu şekilde açılan bir davada, hâkimin Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 31’inci maddesi çerçevesinde aydınlatma yükümlülüğünün gereği olarak davacının talebine ilişkin belirsizliği gidermesi gerekir. Alacaklının muvazaaya ilişkin iddiasının, takip içerisinde istihkak prosedürü çerçevesinde de çözülmesi mümkündür/beklenir.

Buna karşılık, muvazaa ve tasarrufun iptali taleplerinin terditli olarak ileri sürülebilmesi mümkündür. Borçlunun mal kaçırmak amacıyla yaptığı tasarruflardan zarar gören alacaklı, açtığı davada önce “işlemin muvazaalı olduğunun tespiti ile buna göre hüküm kurulmasını” (yani; borçlunun yaptığı işlemin hükümsüzlüğünün tespitini), bu (muvazaa) iddiasının kabul edilmemesi hâlinde ise “İcra ve İflâs Kanunu’nun 277 ve devamı maddelerine göre tasarrufun iptaline karar verilmesini” talep edebilir. Keza önce “İcra ve İflâs Kanunu’nun 277 ve devamı maddelerine göre tasarrufun iptalini” bu kabul edilmediği taktirde “muvazaa nedeniyle hükümsüzlüğün tespitine karar verilmesini” isteyebilir. Davacı birinci hâlde ispat yükünün gereğini yerine getirmeme ihtimâlini dikkate alarak, ikinci hâlde ise “iptal sebeplerine ilişkin objektif koşulların gerçekleşmeme ihtimâli nedeniyle” terditli (kademeli) talepte bulunur.

Davacı aynı vakıa açısından hem muvazaa sebebiyle geçersizliğin tespiti hem de İcra ve İflâs Kanunu’nun 277 ve devamı maddeleri kapsamında kaldığı için iptal davası açabilir. Bu iki dava arasında derdestlik gündeme gelmez. Zira her iki davada mahkemeye yöneltilen usûlî talep farklıdır. Muvazaaya dayalı davada işlemin geçersizliğinin tespiti istenirken, iptal davasında alacaklarını ihlâl ettiği nispette üçüncü kişiye ait bir malvarlığı değerinin paraya çevrilmesi yetkisi talep edilmektedir. Bu iki dava arasında kesin hüküm etkisi de söz konusu olmaz. Ancak muvazaaya dayalı davanın daha önce kesinleşmesi hâlinde, iptal davası konusuz kalır. Zira artık malvarlığı değerinin borçluya ait olduğu kesinleşmiştir. Dolayısıyla söz konusu malvarlığı değerinin alacaklı tarafından haczedilmesi mümkün hâle gelmiştir.

Yargıtay’ın bugüne kadar tespit edebildiğimiz çeşitli içtihatlarında, borçlunun iptale tâbi tasarrufunun alacaklının alacağının doğmasından sonra yapılması gerektiğini ve bu hususun da dava ön koşulu olduğunu kabul ettiği görülmekte idi. Yargıtay’ın bu kabulünde, alacaklının borçlunun mevcut durumunu bilerek ona kredi açtığı veya borç verdiği, başka bir deyişle, borçlunun malvarlığına göre hareket ettiği; borçlanma sırasında borçlunun malvarlığında bulunmayan bir mal hakkında alacaklının dava açamayacağı düşüncesi yatmaktadır. Bu nedenle Yargıtay, borçlunun iptale tabi tasarrufunun alacaklının alacağının doğmasından sonra yapılması gerektiğini şart olarak görmekte idi. Nitekim Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 2018/6311 E., 2019/1570 K. ve 18.2.2019 tarihli kararında, ister İİK m.277 vd. maddelerine dayalı olarak açılsın ister BK m. 18 gereğince açılmış muvazaa nedenine dayalı olsun her iki dava türünde de iptali istenilen tasarrufun borcun doğumundan sonra gerçekleşmiş olması gerektiğine karar verilmiştir.

Yargıtay 17. Hukuk Dairesi ile 4. Hukuk Dairesi’nin birleşmesi sonrasında ise Yargıtay 4. Hukuk Dairesi içtihat değiştirmiş, muvazaaya dayalı tasarrufun iptalinde borcun doğum tarihinin önemi olmadığına ilişkin karar vermiştir. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2020/1254 E., 2021/1330 K. ve 22.03.2021 tarihli kararında ilk derece mahkemesi tarafından verilen “davaya konu tasarrufun borcun doğum tarihi olan eylemin gerçekleştiği tarihten önce olması nedeniyle iptalinin mümkün olmadığı gerekçesiyle, davanın ön koşul yokluğundan reddine” kararı bozulmuştur.

 Yargıtay 4. Hukuk Dairesi konuyla ilgili şu değerlendirmeleri yapmıştır:

‘’Kural olarak üçüncü kişiler, danışıklı işlem nedeniyle hakları zarara uğratıldığı takdirde tek taraflı veya çok taraflı olan bu hukuki işlemlerin geçersizliğini ileri sürebilirler. Üçüncü kişinin danışıklı işlem ile hakkının zarar gördüğünün benimsenebilmesi için onun danışıklı işlemde bulunandan bir alacağının var olması ve bu alacağın ödenmesinin önlemek amacıyla danışıklı bir işlem yapılması gerekir. Muvazaalı işlemler ile kendisinin zararlandırıldığını ileri süren davacının bu davadaki amacı alacağını tahsil edebilmek için muvazaa nedeniyle temelde geçersiz olan işlemin hükümsüzlüğünü sağlamaktır. Çünkü, danışıklı bir hukuki işlem ile üçüncü kişilere zarara verilmesi onlara karşı işlenmiş bir haksız eylem niteliğindedir. Ancak üçüncü kişilerin danışıklı işlem ile haklarının zarara uğratıldığının benimsenebilmesi için, onların, danışıklı işlemde bulunandan alacakları bulunmalı ve danışıklı işlem o alacağın ödenmesini önlemek amacıyla yapılmış bulunmalıdır. Muvazaa iddiasına dayalı tasarrufun iptali davaları her zaman açılabilecek olup, muvazaa iddialarında hak düşürücü süre ya da zamanaşımı süresi söz konusu olmaz. Bu, hükümsüzlüğün doğal bir sonucudur. Tasarrufun iptali davasında tasarrufun, borcun doğum tarihinden sonra yapılması dava açılabilmesinin sebeplerinden biriyken, muvazaa davalarında işlemin ne zaman yapıldığının bir önemi yoktur. Nitekim, kesin hükümsüz sayılan bir işlemin ne zaman yapıldığının bir önemi de bulunmamaktadır. Zira işlem, yapıldığı andan itibaren geçersiz sayılır. Davaya konu edilen muvazaalı işlem, borcun doğumundan önce veya sonra yapılmış olsa da butlan yaptırımına tabidir. Temlik eden kişinin yaptığı bir bağış ya da ivazsız tasarruf ancak gerçek iradeye uygun değilse iptal edilebilir.

Şu halde mahkemece, muvazaanın varlığı kabul edilmek suretiyle davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, açıklanan yönler gözetilmeyerek, yerinde olmayan gerekçe ile istemin ön koşul yokluğundan reddedilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden, kararın bozulması gerekmiştir.’’

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin yeni içtihadında muvazaaya dayalı taleplerin işlemin hükümsüzlüğü sonucunu doğuracağı, bu nedenle herhangi bir süreye tabi olmayacağı gerekçelerinin isabetli olduğu değerlendirilmelidir. Ancak Yüksek Mahkemenin, işaret ettiği hükümsüzlük sonucuna rağmen, davayı nitelendirirken yine “muvazaaya dayalı tasarrufun iptali davası” ifadesi kullanması kanaatimizce hatalıdır.

Tasarrufun iptali davaları ve muvazaaya ilişkin ayrıntılı bilgi için bize (info@gunayerdogan.com.tr) başvurabilirsiniz.

Sosyal Medyada Paylaş: